11 Temmuz 2013 Perşembe

Türkiye turu - Doğu anadolu hattı (Gaziantep, Nusaybin, Midyat, Hasankeyf, Batman, Diyarbakır, Siverek, Narince, Nemrut, Pütürge, Elazığ, Tunceli, Erzincan)


Gaziantep'e ulaştığımızda saat gece 12'yi geçiyordu. TCDD görevlilerine kızgınlığımız geçmiş, bu ufak maceranın tadı damağımızda kalmıştı. Çok güzel ağırlandık burada, Antep'in havası da pek serindi. Meyan kökü ikram etti Alper'in tanıdıkları bize, ben muhtemelen de alışık olmadığımdan pek beğendiğimi söyleyemeyeceğim ama orada oldukça tutulan birşey bu içecek. Sokaklarda falan istemediğiniz kadar satılıyor. Neyse, sabahleyin güzel bir kahvaltının ardundan şehri gezmek için yola çıktığımızda saat öğlen 3'ü bulmuştu bile. Büyükçe, bitmek bilmeyen yeşil bir parkı geçtikten sonra şehrin eski kısımlarına ulaştık. Burada Dilara'nın dilinden düşürmediği ( çocukken çok izlemiş) Yabancı Damat dizisinin çekildiği Büyük Çarşı'nın önünden geçtik, pek de bir olayı yok aslında, ama reklam işte. Bu civarda oldukça fazla butik antepfıstıkçılar (ki bunlarda bilimum çeşit antepfıstığı bulabilirsiniz, kaliteleri oldukça değişken.) mevcut. Bu dükkanlarda ayrıca gerçek nar ekşisi ( bizim bu restoranlarda evlerde falan kullandıklarımızın çoğu nar ekşisi sosu diye geçiyor.) satılıyor. Burada tatma fırsatı da buldum. Fiyatı biraz cep yaksa da oldukça lezzetli olduğunu kabul etmeliyim. Caddede biraz ilerledikten sonra Bakırcılar Çarşısı çıktı karşımıza, kendine has bir havası olan hoş bir yer, fakat bizlik pek birşey yok.
Bakırcılar çarşısı

Daha sonra kaleye doğru ilerledik, gittiğimiz saatte kapalı olduğunu öğrendik, ancak uzaktan görme şansımız oldu, şehre hafifçe yukardan bakan bir yere sahip. Devam edip cam müzesini görmek istedik, methini duyduğum bir yerdi ve duyduğum kadar varmış, pek beğendim.
Gaziantep'in kardeş şehirleri

Şehrin eski kısmını gezmeyi tamamladıktan sonra ertesi gün sabahın ilk saatlerinde yola çıkmayı planladığımız trenin saatini kontrol etmek için gara gittik (ki koskoca Antep'te sadece tek bir yolcu treni işliyor ki büyük ayıp bence). İyi ki de gitmişiz, çünkü tren saati 2 saat erkene alınmış, biz de tedbirimizi ona göre alacağız. Yine mükemmel bir akşam yemeği ve üzerine kayısı döner(jelibon bunun yandan yemişi galiba, bilemedim :)) yedikten sonra derin muhabbetler başladı. İlerleyen vakitlerde(gece 01:30 falan) ev sahibimiz bizi yemeğe çıkardı. Acılı kelle paça( acıdan kelle paçanın tadını unuttum) ve üzerine patlıcan kebabı, tam fesat geçiriyoruz artık derken bir de fırında künefe yemeye gittik üzerine. Herşey hayır diyemeyeceğimiz kadar güzeldi. Özellikle künefenin Antep versiyonu bir harika. Çıtır çıtır üst kısmın tepesi komple antepfıstığı ezmesiyle kaplı, tatlının yanında bir de shot bardağında süt ikram ediyorlar. Çok güzel hareketler bunlar diyoruz ve gece fesattan uyuyamıyoruz :D
Sabahleyin ev sahibimize veda ettikten sonra tavsiyesi üzerine Antep katmeri almak üzere bir pastaneye girdik. Katmer sabahın erken saatlerinde çıkıyor. Önce herkese birer porsiyon söylüyoruz fakat fiyatını öğrenince(9tl) hepimiz bir taneyle idare edebileceğimize karar veriyoruz :D Bekleyişimiz sırasında 9 liraya katmerin nasıl birşey olabileceğini düşünmekle beraber biraz pişman olmuyor değilim. Paketi alıp gara doğru yollanıyoruz. Treni gördüğümüzde biraz tırsıyoruz, yaklaşık 300 m, yük vagonlarının arasında sadece 3 vagon yolcu vagonu. Bunlar da hurdalıktan önce son faslında, en az 30 yıllık olmalılar. Biz trenle Nusaybin'e geçeceğiz, tren ise Kerkük'e doğru devam edecek. Yaklaşık 400 km yolumuz var. Gece için Hasankeyf'e ulaşma umudumuz vardı aslında. Akşamüstü Nusaybin'e varır, oradan Midyat'a geçer, geceyi de Hasankeyf'te geçirmekti planımız.
Tren 10:00 gibi hareket etti, eski tip kompartmanlardan birine yerleşiyoruz, yükümüz de bol zaten. Yolcu sayısı desen bizim dışımızda iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar sivil, bir vagon dolusu da devriye askeri var. Komutanlarından öğrendiğimiz kadarıyla yolun büyük bölümü Suriye toprakları içerisinde ve sınır tampon bölgesinde geçecek. Yol aldıkça etrafımızdaki manzara alabildiğine büyük bir çöle dönüyor. Bozkır ve çölün azametinden etkileniyoruz. Öğrendiğimiz kadarıyla tampon bölge, özellikle de Türkiye tarafı komple mayınlıymış. Solumuzda Türk tarafında pek hareketlilik gözlenmezken sağda Suriye tarafında köyler, trene el sallayan çocuklar, tarım yapılan bölgeler göze çarpıyor. Karkamış sınır kapısında devriye değişiyor, onları bekliyoruz. Beklerken de tam olarak gazete gördüğümüz şu resme canlı tanık oluyoruz :

asadasda
Gazete görülen o fotoğraf
Neredeyse 3 haneli kerpiç evlerden oluşan bir köy, yatırılmış bir mobilet, kenara asılmış bir kalaşnikof, kapıya asılı bayraklar... Türk sınırında da bir hareketlilik var. Neyse, biz hareket ediyoruz. Biraz sonra bütün o azametiyle Fırat Nehri'ni görüyoruz, üzerinden geçiyoruz. Bütün o şarkılara türkülere konu olacak kadar etkileyici gerçekten. İçimde müthiş bir istek doğuyor nehre girmek için, ama beklemem gerekecek henüz.
Dün yediğimiz onca şeyden sonra daha yeni yeni açlık hissediyoruz ve aldığımız katmere göz dikiyoruz. Açıp ilk lokmaları aldığımızda katmerden sadece bir porsiyon almanın belki de yol boyunca pişman olacağımız çok nadir şeylerden biri olduğunu farkediyoruz. Öyle lezzetli ve güzel tatlı ki, kaymak üzerine alabildiğine antep fıstığı altı ve üstü hamurla kaplı. Çabucak bitiyor, tadına doyamıyoruz.
Yavaş yavaş gün ile ilgili planlarımız suya düşecek gibi duruyor, oldukça yavaş gitmenin yanında bir de tren sürekli arıza yapıyor, çöl dağlarını tırmanırken bazen neredeyse bir saat hiç hareket etmeden bekliyoruz. Akçakale ve Ceylanpınar sınır kapılarını da geçiyoruz ve sonunda geceyarısı gibi Nusaybin'in ve daha da çok olarak Kamışlı'nın ışıkları görünüyor.
Tel abyad sınır kapısının trenden görünümü(bizde Akçakale)
Nusaybin'in arka mahallelerinden geçerken öyle bir taş yiyoruz ki, trende taş yemeye oldukça alışkın olan ben bile can havliyle kafamı çantayla koruyorum, vagon oldukça sarsılıyor. Buradaki insanlar devlete olan hınçlarını devletin treninden çıkarıyormuş anladığımız kadarıyla. Kalacak yer konusu gündemimize geliyor, şehre girmek üzereyiz ve hiçbir planımız yok. Taş tecrübesinden sonra oldukça ürperiyoruz aslında. Alper polis çocuğu olduğundan karakolu arıyor, hem de kalacak yer hakkında fikir almak istiyor. İlginç bir diyalog geçiyor aralarında, Alper kendini tanıtıp derdimizi anlatınca ilk önce geldiğinizde tekrar ararsınız belki karakolda sabahlayabilirsiniz diyorlar, seviniyoruz çünkü kalmaya para harcama yanlısı değiliz, fakat trenden indiğimiz sırada tekrar polisi aradığımızda başka biri çıkıyor, konuşmayı hatırlatınca sertçe "Ne bilelim terörist falan olmadığınızı, olmaz öyle şey" deyip kestirip atıyor, soğuk terler atıyoruz o sırada. Alper sonunda ikna ediyor polisi, şehirdeki tek mobesenin önüne geçmemizi istiyorlar ve eğer tipimizi beğenirlerse gelip alacaklarını söylüyorlar.
Mobesenin önüne geliyoruz, sokakta yürüyenler haklı olarak bize dik dik bakıyorlar, gecenin bu saatinde garip çantalı şortlu yabancılara alışkın olmadıklarından olsa gerek. Konuşulanları pek anlamıyoruz, halk genelde Kürtçe-Arapça karışık bir şekilde konuşuyor. Şehirde garip bir gerginlik var, herkesin acelesi var gibi, caddelerde arabalar çok hızlı yol alıyor, acı fren sesleri hakim, fakat ekstra bir hareketlilik de yok, rutin böyle gibi sanki. 3-5 araba ötede bir arabanın içinden bize el işaretleri yapıyorlar, gidiyoruz, polis olduklarını farkediyoruz, hemen kimliklerimizi alıyor ve kontrol ediyorlar, sahte olmadığını görüp biraz rahatlıyorlar. Karakola doğru yol alırken sorular soruyorlar. Karakolda üst düzey güvenlik önlemleri var, şehirde elektrikler de gerilim filmlerindeki gibi sürekli gidip geliyor. İlk yarım saat sohbet hafif sorgu havasında geçiyor fakat bizim sıradan gezginler olduğumuzu farkedince güzel sohbetlere başlıyoruz. Özellikle Sinan Komiser'e de buradan selamlarımız iletelim. Gayet hoş ağırlandık o gece. Sabaha karşı vedalaşıp ayrılıyoruz. Çevirme olursa diye tavsiyeler vermeyi de unutmuyorlar, teşekkür edip garaja yürüyoruz. Yol boyunca bir vukuat olmuyor ve Midyatta iniyoruz. Çok farklı bir havası var buranın, tabana kuvvet gezmeye başlıyor, bir kahvede kahvaltı yapıyoruz.
Uyanmak için içilen çay :)
O sırada bir kafede avlanmakta kullanılan şahinlerden birine rastlıyoruz, içimiz acımıyor değil.

Şehri dolaşmaya başladıkça daha çok etkileniyoruz, bozkır ve çölün ortasında çağlar boyunca medeniyete ev sahipliği yapmış topraklar üzerinde olduğumuzun bilincine varıyoruz.
Midyat ve ünlü taş evleri
Halil ve Bilal isimlerinde iki küçük arkadaş bize eşlik ediyor şehir turumuzda.

Şehrin büyük bölümünü gezdikten sonra çokça duymuş olduğumuz süryani kilisesini ziyaret edelim diyoruz. O mahalleye girdiğimizde Halil ve Bilal yanımızdan ayrılıyor, bir gerginlik olduğunu seziyoruz aralarında. Kiliseye giriyoruz, cıvıl cıvıl, birçok ülkeden çocuklar yazları Süryanice öğrenmeye geliyorlarmış. Papaz bizi çok hoş ağırlıyor, kahve ikram ediyor ve konuşuyoruz. Dertlerin anlatıyor, medeniyetlerin kesişim noktası olan bir yer diye bilinir aslında Midyat ama mahalle baskısını hissettiklerini ifade ediyor papaz. Mecusileri soruyoruz, onlar hala varlıklarını sürdürüyorlar mı diye, sadece 1-2 aile olduğundan bahsediyor. Son 30 yılda Süryani sayısının 1900 aileden 80 aileye düştüğünü de ekliyor. Sohbetin sonuna doğru konu meşhur Süryani şarabına geliyor. Bir şişe alıyoruz papazın tarif ettiği yerden. Daha sonra meydana inip Hasankeyf yoluna çıkmayı planlıyoruz. Minibüsler 30kmlik yol için 8 lira isteyince otostop yapmayı tercih ediyoruz yine. Çok beklemeden bir arabaya atlıyoruz. Bindiğimiz arabadakilerin asker olduğunu öğreniyoruz. İstanbula doğru gidiyorlarmış, yolları uzun. Bizi Hasankeyf'te bırakıyorlar. Oldukça heyecanlıyız. Hasankeyf'e sadakat yolculuğu fikrinden çıkmıştı aslında bizim bu yolculuğumuz da, ve fikrin merkezinde olmak heyecan vericiydi. Burada doğa evinde kalacağız. Ömer bakkalla irtibata geçiyoruz, oldukça sıcak davranıyor, doğa evine yerleşiyoruz. Evin manzarası muhteşem, Dicle nehrine, Hasankeyf mağara evlerine, köprülere hakim, alabildiğine muhteşem bir manzara var. Keyfini sürüyoruz. Mezopotamyanın ne olduğunu görünce anlıyor insan.
Günbatımında Doğa Evinin manzarası ve Dilara
Manzara muhteşem olunca ne yapacağını şaşırıyor insan. Dinleniyoruz biraz. Akşam mangal eşliğinde süryani şarabımızı açıyoruz. Keyfimize diyecek yok. Gece ise terasta "taht"larda uyuyoruz. Ertesi sabah ise gezmeye çıkıyoruz. Eski yerleşim yeri( 30 yıl öncesine kadar da öyleymiş) şimdi ise müze olan yerleri görüyoruz. Çoban Ali bize devamını da gezdiriyor, 30.000 kişiye yurt olmuş mağara-evleri görüyoruz, gerçekten etkileyici. Tepeler ve uçurumlar ise insanın aklını alıyor.
Turistik pozlar :D
Beceremedi :p
Alper daha başarılı
Doğa evinden Hasankeyf tepesinin ve Diclenin Görünüşü
Tepeden Dicle ve vadisinin görünüşü
Yunus ve eski yerleşim alanlarından biri
Geziden sonra Diclenin serin sularına girdik. Oldukça sert bir akıntı vardı, insanların nasıl boğulduğunu anladım o an. Dengenizi kaybettiğiniz anda kayalıklara çarpma yetisine sahip nehir.Akşama Çoban Ali ve arkadaşı Hasan konuğumuz oldu, hatta öncesinde Çoban Ali'nin keçilerini sağmasını izledik, yeni sağılmış sütten bir miktar da kendimize ayırdık :) Oldukça hoş bir muhabbet oldu, turistlerin de yardımıyla birçok dili iletişim kurabilecek seviyede iyi biliyorlar. Hikayeleri dinliyoruz onlardan, anlatacak çok şeyleri var. Bütün bu insanlık mirasının sular altında kalacak olduğunu düşünmek tüyler ürpertici, binlerce yılı hunharca katletmek gibi...
Ertesi gün Hasan bizi şelaleye götürüyor. Artık yolu kapalı olduğundan turizme pek açık değil ama yerlileri tabii ki biliyor. Şahane yürüyüş rotalarına sahip hep buralar.
Ufak çaplı bir şelale ve suyu gören Ozan
Hasankeyf ayrıca Unesco Dünya Mirası listesinin 10 kriterinden 9unu sağlayan tek yer, bu kriterler ve ilgili yazı için şu sayfaya bakabilirsiniz :http://www.dogadernegi.org/hasankeyf-ve-dicle-vadisi-unesco-dunya-mirasidir.aspx
Hasankeyf için söylenecek çok şey var, ama bunlardan ilki mutlaka oraya gidip görmeniz gerektiğidir.
Sonunda zor da olsa yola devam etmeye karar veriyoruz. Sabahın ilk ışıkları ile yola çıkıp Nemrut'ta güneşin doğuşuna yetişmek gibi hedeflerimiz var. Sabah şansımız oldukça yaver gidiyor, daha köprüyü bile geçmeden bir araba alıyor bizi ve Batman'a kadar bırakıyor. Daha sonra 35 plakalı bir araba alıyor bizi, oldukça da süratli bir şekilde Diyarbakır'da buluyoruz kendimizi. Hasankeyf'ten çıkalı henüz 1,5 saat olmuştu ve planımızın oldukça önündeydik, Diyarbakır'ı gezmeye karar verdik. İtfaiye şefi olduğunu öğrendiğimiz abi bize anzer suyunu görmemizi tavsiye etti. Kaleyi besleyen gizli pınarlardanmış. Su ve soğuk kelimelerini yan yana işitince kendimden geçtiğimden hemen görmek istedim ve kaleiçine doğru yol aldık. İtfaiye binasının içerisinde olduğundan abinin ismini söyleyerek girdik ve oradaki arkadaşlar da bize yardımcı oldular. Yeraltındaki kaynağa indik.
Anzer suyu
Gerçekten buz gibi bir kaynak, itfaiye erleri burada iddiaya giriyorlarmış 1dk üzerinde suda kalmak için. Ki morarmaya başlıyor o sürede insanın derisi, denedim :)
Daha sonra çıktık ve şehri dolaşmaya başladık. Kahvaltıcılar ve ciğerciler vardı heryerde. Ara sokaklara daldım, nalbantların arasında bir anda han gibi bir yer gördüm ve daldım ki adı zaten Sülüklü Han'mış. Girişi bile insanı tavlamaya yeterli bir yer, kafeterya olmuş :
Sülüklü Han'ın girişindeki Paul Eluard şiiri
Oldukça hoş bir mekan, yerler ve duvarlar taştan, içeride hafif müzik (jazz ağırlıklı) eşliğinde menengiç kahvesi içtik, mest olduk, Şıra ve gül suyu da denedi bizimkiler.onlar da hoştu. Fiyatları da oldukça uygun olduğundan rahat rahat vakit geçirdik ve merak ettiklerimizi denedik.
Diyarbakır Surları

Oradan kalkınca bir de ciğerci bulmaya çalıştık fakat ramazan ayı olduğundan pek fazla seçeneğimiz yoktu. Sonunda bulduk bir yer ve karnımızı doyurduk. Oldukça iyiydi açıkçası. Ama aklımız daha çok rotamızı seçmekle meşguldü. Kalkıp şehrin çıkışına doğru yol aldık. Siverek üzerinden Atatürk barajını feribotla geçip Narince'den Nemrut'a tırmanmayı planlıyoruz. Siverek'e kadar sorunsuz geliyoruz fakat feribot yolunda in cin top oynuyor. Ne otostop çekecek bir vasıta ne de toplu ulaşım aracı ortalıkta görünmüyor. Oradaki benzin istasyonundaki amca eğer başka seçeneğimiz olmazsa kamp yapabileceğimizi söylüyor. Biz de bu fikre sıcak bakmaya başlamışken bir araba bizim için duruyor.
Siverek çıkışı, arkada da benzin istasyonu

Benzin istasyonundan günün batışı
Benzin istasyonundakilere veda edip arabaya atlıyoruz. Çılgın 2 genç var arabada, boş yolda s çize çize ilerliyoruz feribota doğru. Şansımız var ki yetişiyoruz feribota, ortalık loş ışık altında, birkaç metre ötesini bile görmek oldukça zor, el yordamıyla bir yere geçip yolculuğu seyrediyoruz. Gençler bizi Narince köyüne kadar bırakıyorlar, hem de kendi rotalarından 5-10 km fedakarlık ederek. Biz de inince dağa tırmanmanın yolunu araştırıyoruz, bir umut otostop ya da minibüs buluruz diye, çünkü oldukça yorgunuz sabahın ilk ışıklarından beri yollardayız. Anladığımız kadarıyla bize tabanvay görünüyor, yola yürüyerek devam ediyoruz. Nemrut'a doğru ilk pansiyonlara gelene kadar zifiri karanlıkta ezbere yürüyoruz, hafif de ürpertici oluyor. En son pansiyonlardan birinde durup çay içiyoruz, o sırada hikayemizi anlatma fırsatımız oluyor, ilgiyle ve şaşırarak dinliyorlar. Tepeye daha 10 km tırmanışımız var, gece saat 1 gibi başlıyoruz tırmanmaya tekrardan. Sinirlerimiz artık çok gergin ve yorgunuz. Sırt çantalarıyla o kadar yokuşun yanında aydınlatmamızın yetersiz oluşu, Dilara'nın koca engerek şüphesi, ayağımızın yanından sürekli seğirten "sarıkız"lar ve akrepler iyice geriyor. Yolun yarısında pansiyondaki abiyi arıyor ve önceden söylediği 30tlye çıkartma teklifini içimiz acıya acıya kabul ediyoruz. Böylece en azından sabaha kadar 1 saat uyku/dinlenme şansımız olacak. Her ne kadar yol 5-6 km olsa da arabayla geçtiğimiz sırada hiç içim acımadı, yürümekten kurtulduğumuz rotayı görünce. Araba bizi market-ziyaretçi merkezi gibi bir yere bırakıyor, yol burada bitiyormuş, fakat kayalara ulaşmak için 750m kadar daha tırmanmamız gerekiyormuş. Yaklaşık 1,5 saatlik bir boşluğumuz var, piknik masasının birinin üzerine tulumları atıp anında sızıyoruz. Alarmlarla uyandığımızda gündoğumuna yarım saat var daha. Hemen yola koyuluyoruz. Hafif dinlenmenin etkisiyle pek zorlanmadan kendimizi zirvede buluyoruz. Henüz pek kimse yok ve hala zifiri karanlık. Fakat güneşin kendini göstermesiyle beraber insanların akını başlıyor.
Üşümüş ve yorgun Alper
Günün ilk ışıklarıyla beraber kayaların görüntüsü
Güneşin o muhteşem kızıllığı

Yorgunluk akan yüzler eşliğinde güneşin doğuşu
Nemrut dağı vadisi güneşin yükselmesiyle daha bir ihtişamlı gözüküyor
Bu görsel şölende artistik pozlar olmazsa olmaz
Güneş inanılmaz bir hızda yükseliyor, tüm bu fotoğrafları elde edebilmek için oldukça kısıtlı bir süremiz vardı fakat hem bu görsel şölenin keyfini sürmeyi hem de fotoğraflamayı başardık. Güneşin iyice yükselmesiyle beraber sıcaklık da artıyor ve o renk cümbüşü yavaş yavaş kayboluyor. Biz de dönüşümüzü düşünmeye başlıyoruz. İnişi yürümek var aklımızda, her ne kadar yorgun hissetsek de. Otostop şansını da kaçırmak istemediğimizden yavaş yavaş yola başlıyoruz. Fakat o da ne! İniş yönümüzde topu topu biri servis olmak üzere iki araç var. Turistlerle biraz muhabbet kuruyoruz ve servisçiye indiği yere kadar eşlik edip edemeyeceğimizi soruyoruz fakat servisçi sertçe bizi kovuyor. Umudumuz yitip artık hoplaya zıplaya inmeye başlamışken yanımızdan bir doblo geçiyor ve duruyor. Yine 2 genç arkadaş bizi alıyorlar. Yol boyunca farkediyoruz ki inmeye çalışsak neredeyse bütün günümüzü harcarmışız, şansımız gerçekten yaver gidiyor bu sefer. Sürücü arkadaş bizi almakla kalmayıp yol üstünde(sanırım Yandere köyüne bağlı) bir pınara da götürüyor. Muhtemelen sadece oralıların bildiği bir yer, saklı bir cennet gibi( Ben ilk gördüğümde Ayrıkvadi'ye(Rivendell) benzetmiş, orta dünya havası almıştım :)). Ufak bir yürüyüşle ulaşıyoruz.
Pınarın uzaktan ilk görünüşü
Oldukça büyük bir kayanın dibinden su kaynıyor
Suyun geçtiği yol boyunca yemyeşil bir manzara hakim
Su buz gibi, öyle böyle değil!
Böyle bir yere ulaşmak kesinlikle çok büyük bir süprizdi bizim için. Gireyim de bir serinleyeyim dedim ama ayağımı sokmamla morarmaya başlaması bir oldu. 
Biraz ferahladıktan sonra yola devam ettik, gençlerden biri Pötürge'de öğretmenmiş, yorgun suratlarımıza bakıp acıyorlar ve okulun yurdunda bir oda ayarlıyorlar birkaç saat uyumamız için. Uyandığımızda ise bizi Elazığ yoluna bırakıyorlar. Teşekkür ederek ayrılıyoruz ve otostopa devam ediyoruz. Çok beklemeden bir kamyonla kendimizi Elazığ'da buluyoruz, merkezde bize nedense çok ters bakıyorlar, oldukça rahatsız hissediyoruz açıkçası ve Tunceli'ye geçip Munzur kültür ve doğa festivaline katılmak daha çekici geliyor. Otostop çekmeye başlıyoruz, bir süre sonra lüks bir araba duruyor. Festivale Bitlis'ten katılmak için yolda olan sevimli bir karı-koca bizi alıyor. Çocuklarının öss tercihleri hakkında bizden fikir alıyorlar, uzun muhabbetlere dalıyoruz. Yolda Munzur'a yaklaştığımız sırada çok büyük bir leylek sürüsü görüyoruz, gözlerimiz kamaşıyor, heyecanlanıyoruz. Tunceli'ye giriyoruz, hareketlilik oldukça yüksek. Nerede olduğumu bilmesem egenin popüler yazlık köylerinden birinde olduğumu düşünebilirim. Bir tarafta rastalı dövmeli oğlanlar, diğer tarafta renkli gözlü, bikinileriyle dolaşan genç kızla. Önyargıların yıkılmaması imkansız. TAm bir festival havası var, çadırlar her yerde. Bizi Tunceli'ye getiren çift bizi Munzur kenarında bir restorana götürüyor. Hanım oruçlu fakat abi yemeğin önünden bira söylüyor, öyle de genişler :) Onlarla beraber festival alanına gidiyoruz. Konserler bittikten sonra ise yatacak yer aranıyoruz. Mavi köprü civarında bir parkta karar kılıyoruz, sandalyeleri birleştirip tulumlarımıza yayılıyoruz :) Sabah ise gözleme ve çay ile kahvaltı yapıp yola devam etmeye karar veriyoruz. Planımız Tunceli'den Erzincan'a geçip doğu ekspresini yakalamak. Aslında benim aklımda Elazığ-Tatvan trenini yakalayıp Nemrut gölüne uğramak, Van'a gitmek gibi fikirlerim vardı fakat treni kaçırdık, 2 gün beklemeyi de göze almadık, o plan da içimde ukte olarak kaldı.
Tunceli'nin çıkışına gelip otostop çekmeye başladık ve çok geçmeden bir araba bizi aldı, fakat sadece plajköye kadar gideceklerini söylediler, o ne diye sorduk biz de :) Munzur kenarlarını hep plaja çevirmişler, çok da tatlı olmuş. Tatlı su her zaman favorim olmuştur zaten, buraya da girmesek olmazdı. Erken yola çıkmış olmanın verdiği rahatlıkla nehre giriyoruz. Buz gibi ve oldukça sert akıntılı Munzur nehri. Tatlı suda kendime geliyorum, 1 saat kadar yüzüp çıkıyoruz. Otostop bizi bekler. Yine çok geçmeden bir araba daha duruyor fakat o da Nazımiye'ye döneceğini söylüyor ve bizi Nazımiye kavşağında bırakıyor. Ortalıkta in cin top oynuyor, biraz ürperiyoruz, çünkü dağda da hareketlilik seziyoruz. Yer yer asker barikatları ve klübeleri ile karşılaşıyoruz, üzerlerinde bolca mermi izi var, sağımızda solumuzda "Dikkat mayın" uyarıları bizi iyice geriyor. Sonunda yine bir araba daha alıyor bizi, ağlayan kayalar tarafında yollarımız ayrılıyor. Ağlayan kayalar gerçekten görülesi, genel olarak Tunceli'nin bütün doğası cennet gibi zaten etrafımıza baka baka sarhoş oluyoruz.
Ağlayan kayalar
Ağlayan kayalar

Etrafı gözleyip manzaraya doyduktan sonra yola devam etmek istiyoruz fakat in cin top oynuyor. Bir yandan yürüyüp bir yandan yolu gözlüyoruz.
Pülümür yolu, Tunceli-Erzincan arası en kısa yol olmakla beraber çatışmalar nedeniyle oldukça boş. Fakat doğası muhteşem, yer yer yol Munzur nehriyle de kesişip manzarayı daha da güzelleştiriyor.
Yolu gözlüyoruz fakat gelen giden yok. Bir süre sonra saman yüklü bir kamyon görünüyor, yol da dar olduğundan otostop çekerken de çekiniyoruz ama sağolsun abi duruyor. Sonradan söylediğine göre turist sanmış, zaten tek avantajımız da bu galiba, turist sanılıp alınıyoruz çoğunlukla, Türk olmamız bir hayal kırıklığı yaratıyor :). Abi yolda adam almanın ve o yolda olmanın bile tehlikeli olduğunu anlatıp yol üzerinde çevrilip yakılan konteynırları gösteriyor. Biz de bizi aldığı için teşekkür ediyoruz. 
Sonunda Erzurum-Erzincan anayoluna çıkıyoruz ve abiyle vedalaşıp yolun karşısında otostopa devam ediyoruz. Belki iftar çadırına falan yetişiriz de yemeğe para harcamayız düşünceleri var kafamızda. Kavun taşıyan bir kamyonet duruyor, ve tatsız olaylardan birini yaşıyoruz. Dilara kapıyı çekerken başparmağını sıkıştırıyor. Erzincan'da iner inmez soluğu acilde alıyoruz. Dilara'nın elini alçıya alıyorlar, fakat sadece bir ezilme olduğu için şanslıyız. Tren garına doğru gidiyoruz biletleri almak için, fakat şehirden oldukça uzak gar. Oraya vardığımızda yiyecek almak için geri dönmek o kadar zor geliyor ki açlığımızı unutuyoruz. Zaten tren de rötarlı, napsak diye düşünürken orada kamelyada oturan TCDD lojmanı sakinleri bize yemek, tatlı ve çay ikram edip kurtarıcımız oluyorlar. Biraz muhabbet sohbetle beraber çimlere uzanıyoruz.
Erzincan gar binası
Doğu Ekspresi geliyor, yerleştiğimiz gibi uykuya dalıyoruz. Artık yolculuğumuz iç anadolu tarafına dönüyor, Kayseri ve Kapadokya bölgesine ilerleyeceğiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder